IRAK’TA GEÇİŞ DÖNEMİ ADALETİ

“Irak” ya da resmi adıyla “Irak Cumhuriyeti”, günümüzde Orta Doğu coğrafi bölgesinde yer alan bir ülke olup, coğrafi konumunun getirdiği avantajlardan dolayı dünyadaki en önemli petrol rezervlerinden birine sahiptir.

İlgili yazıda da incelenecek olduğu üzere; bu coğrafi konumun getirdiği avantajlardan dolayı Irak, tarihi boyunca birçok savaş yaşamış ve istilaya konu olmuştur. Gerek yaşanan savaşlar, gerek istilalar, gerekse de ülkenin siyasi ve hukuki politikaları sonucunda; Irak, birçok insan hakkı ihlaline konu olan bir ülke haline gelmiştir.

Yine ilgili yazıda incelenecek olan “geçiş dönemi adaleti” kavramı ise; özellikle savaş sonrası dönemlerde ortaya çıkan ve savaş dönemlerinde yaşanmış olan insan hakkı ihlallerini vurgulamak ve bu ihlalleri bir nebze olsun gidermeye yönelik amacı olan bir kurumu temsil etmektedir. Açıklandığı üzere; Irak halkı, geçirdiği savaşlar, istilalar ve devletin politikaları nedeniyle birçok toplumsal travma, şiddet, katliam ve insan hakkı ihlaline maruz kalmıştır. İşte bu insan hakkı ihlallerinin acı dolu geçmişini atlatabilmek, daha demokratik, daha adil ve daha barışçıl insan ilişkileri yaratabilmek için “geçiş dönemi adaleti” denen kavrama ihtiyaç duyulmaktadır. Irak’ın da ağırlıklı olarak 2004-2005 yılları arasında ve sonrasında uyguladığı “geçiş dönemi adaleti” ve bu döneme ait Irak Anayasasının incelenmesi bu doğrultuda büyük önem taşıyacaktır.

  1. Irak’ta Yaşanan İnsan Hakkı İhlalleri

Irak’taki geçiş dönemi adaleti mekanizmalarını incelemeye başlamadan önce, Irak halkını geçiş dönemi adaletine muhtaç bırakan insan hakkı ihlallerinin neler olduğunu incelemek gerekmektedir.

Irak’ta en fazla insan hakkı ihlalinin yaşandığı dönemler; 2003 ile 2011 yılları arasındadır. Yine bundan öncesinde 1980’li yıllara kadar uzanan insan hakkı ihlalleri de mevcuttur. Özellikle 22 Eylül 1980 tarihinde Irak ile İran arasında başlayan savaşla birlikte insan hakkı ihlalleri de giderek artmıştır. Irak-İran Savaşı 29 Ağustos 1988’e kadar devam etmiştir.

22 Eylül 1980’de başlayan ve 29 Ağustos 1988 tarihinde bittiği kabul edilen, yaklaşık 8 yıl süren bu savaş boyunca 1.5 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 2 milyon insan yaralanmıştır. Savaşın aynı zamanda ağır ekonomik sonuçları da olmuştur. Galibi olmayan bir savaş, yani “yıpratma savaşı” olduğu için savaşan her iki ülkede de ağır yıkımlar oluşmuş olup, savaşın sonunda her iki ülkede de ekonomik kriz baş göstermiş ve iki ülke de ekonomik kaynaklarının büyük bir kısmını tüketmiştir.

Ekonomik krizin başlamasıyla siviller isyan hareketlerine başlamış ve bu isyanların bastırılması için “El-Enfal Operasyonları” adı verilen çeşitli operasyonlar düzenlenmeye başlanmıştır. “El-Enfal Operasyonları” ile ağır katliamlar yapılmış, bu operasyonlar sonucunda binlerce insan kasıtlı şekilde öldürülmüştür. Bu nedenle “El-Enfal Soykırımı” olarak da adlandırılır.

“El-Enfal Operasyonları”, esas olarak Kürtleri hedef alan bir operasyondur. Irak’taki Kürt nüfusa karşı, özellikle de siviller hedef alınarak, bir dizi saldırıda bulunulmuştur. Yaklaşık 180.000 kişi ölmüş, 100.000 kadın eşini ve 100.000’den fazla çocuk da babasını kaybetmiştir.

Saldırı biçimi olarak havadan bombalama, kara harekatları, evlerin sistematik olarak yıktırılması, toplu olarak göçe zorlama, kimyasal silah kullanımı ve idam kullanılmıştır. Uluslararası Af Örgütü’nün 1998 yılında hazırladığı rapora göre El-Enfal Operasyonları sırasında ortadan kaybolan 17.000’den fazla kişi olduğu belirlenmiştir. Bu kişilerin öldükleri resmi kaynaklara bildirilmemiş olup, günümüzde akıbetleri hala belirsizdir. Operasyonların özellikle Kürtlere yönelik olması ve kimyasal silah içermesi nedeniyle bu operasyonlar günümüzde kamuoyu tarafından “soykırım” olarak nitelendirilmektedir.

Bunun yanı sıra, “Körfez Savaşı” olarak da bilinen 2 Ağustos 1990 saldırıları, uluslararası toplumun Irak’a olan eleştirilerinin ana kaynağını oluşturmaktadır. Bu saldırılardan dolayı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından Irak’a ekonomik yaptırımlar uygulanmıştır.

2 Ağustos 1990 tarihinde, Irak tarafından Kuveyt’e bir dizi saldırı gerçekleştirilmiştir. Bu saldırıların engellenmesi amacıyla birçok ülke koalisyon kurarak Kuveyt’in işgalini durdurmaya çalışmıştır. Bu vesileyle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra görülen en geniş çaplı askeri koalisyon kurulmuştur. Bu koalisyonun kurulmasının nedenlerinden biri de Kuveyt’in dünya ülkelerine önemli miktarda enerji sağlaması ve uluslararası toplumun bu saldırıları kınamasının temel sebeplerinden biri ise bu enerji kaynaklarına saldırılmış olmasıdır.

ABD’nin öncülüğünde kurulan askeri koalisyon sonucunda Irak’ın Kuveyt’i işgali sona erdirilmiştir. “Körfez Savaşı” olarak da bilinen bu saldırılar, günümüz modern tarihinde yaşanan ve önemli kayıplarla sonuçlanan savaşlardan biridir. Her savaşta olduğu gibi bu saldırıların da sonuçları Irak ve Irak halkı için ağır olmuştur. Her şeyden önce çok fazla sayıda sivil, bu saldırılar sonucu hayatını kaybetmiştir. Savaşın sona ermesine yakın tarihte Irak’ta yaklaşık 35.000 kişinin öldüğü ve 75.000 kişinin yaralandığı tahmin edilmektedir. Özellikle de askeri komuta merkezlerinin sivillerin yerleşim alanlarına çok yakın olması sebebiyle sivillerin ölüm sayılarının oldukça fazla olduğu görülmektedir. Bahsi geçen ABD öncülüğünde kurulan koalisyonlar, havadan ateş açtıkları sırada hedeflerini yalnızca askeri birlikler üzerinde tutmamış, aynı zamanda sivilleri de hedef almışlardır. Bu nedenle sivillerin ölüm sayısının oldukça fazla olduğu bilinmektedir. Resmi olmayan bilgilere göre yaklaşık 100.000 sivilin hayatını kaybettiği söylenmektedir.

Bu savaş sonunda o dönemde Irak’ın lideri olan Saddam Hüseyin’e karşı büyük isyanlar başlatılmıştır. Bu isyanlar özellikle Şiiler ve Kürtler tarafından gerçekleştirilmiştir. Saddam Hüseyin, kendisine karşı başlatılan bu isyanları ise insan hakkı ihlalleri yaparak bastırmaya çalışmış ve bunun sonucunda milyonlarca insan ülkeden göç etmek zorunda kalmıştır. Saddam Hüseyin, bu ayaklanmaları sindirme yolu ile bastırmaya çalışması sonucunda uluslararası toplumda yeni bir eleştiriye daha hedef gösterilir hale gelmiştir. Irak’ın uyguladığı bu politika sonucunda Irak’ta yaşan ve toplu katliama uğrayacaklarından korkan birçok kişi Irak’tan göç etmiştir. Göç edenler arasında özellikle Kürtler bulunmaktadır. Yaklaşık 1.5 milyon sayıda Kürt mülteci Türkiye ve İran’a sığınmıştır. Irak’tan arka arkaya gelen bu insan hakkı ihlalleri ve uluslararası hukuka aykırı tutumlardan dolayı, uluslararası toplum Irak’a başta ekonomik yaptırım olmak üzere, birçok ayrı konuda yaptırım uygulamaya başlamıştır.

  1. 2003 Savaşı’na Giden Yol ve 11 Eylül Saldırıları

Irak’ın uluslararası toplumda kınanması üzerine, ABD, Irak’ın elinde kitle imha silahlarının bulunduğu iddiasıyla gündeme gelmiş ve uluslararası toplumda başka bir yankı daha yaratılmıştır. Bunun üzerine ABD tarafından Irak’a ambargo uygulanmış fakat bu ambargo Irak’ın kitle imha silahlarını yapmasını ve kullanmasını engellemekten ziyade Irak halkına zarar vermiştir.

ABD yönetimi, ABD halkını sürekli olarak Irak’ın uluslararası terörizme destek verdiğine dair söylemlerde bulunmuş ve halkı 2003 Savaşı’na psikolojik olarak hazırlamıştır. ABD yönetiminin iddiası, Irak’ın elinde kitle imha silahlarının olduğu ve bu silahları kullanarak uluslararası barış ve güvenliği tehdit ediyor olmasıdır. ABD’nin o dönemki politikası, uluslararası terörizme karşı savaşmaktır. ABD bu iddialarına, aynı zamanda Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı davranarak bu silahların denetimlerini yapacak olan denetçilerin Irak’ta çalışmasına Irak tarafından izin verilmemesini de eklemiştir.

“11 Eylül saldırıları” bir dönüm noktası olmuştur. Bu saldırılar sonucunda 3.000’e yakın insan ölmüş ve milyarlarca ekonomik zarar oluşmuştur. 11 Eylül saldırıları uluslararası toplumda hala büyük yankı uyandıran, büyük çaplı bir saldırıdır. Bu saldırılardan sonra ABD, Irak’ın kitle imha silahlarını kullanmasına izin vermeyeceğini ve gerekli durumlarda Irak’ı işgal edebileceğini kamuoyuna duyurmuştur. Bunun üzerine uluslararası toplumda fikir ayrılıkları başlamıştır. Bazı ülkeler ABD’nin tavrını desteklerken, bazı ülkeler tamamen karşı çıkmıştır.

Günümüzde gelinen noktaya bakıldığında, ABD’nin bu tavrının uluslararası hukuk kurallarına aykırı olduğunu tereddüt etmeden söyleyebilmekteyiz. 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler ile savaş hukuken yasaklanmıştır. Özellikle de 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kuvvet kullanma yasaklandığı için, devletlerin uyuşmazlıklarını kuvvet kullanımına başvurmadan çözebilmeleri yolunda çeşitli ilkeler oluşturulmuştur. Birleşmiş Milletler’in amaçlarına bakıldığı zaman, yeni kurulan dünya düzeninin üzerine oturduğu amaçlar çerçevesinde barışçıl çözüm yöntemleri öngörüldüğü görülmektedir. Bunlar yalnızca alelade bir uluslararası hukuk kuralı değil, aynı zamanda emredici hukuk kurallarıdır. Bahsi geçen kuvvet kullanma yasağı yalnızca silahlı kuvveti değil, ekonomik kuvveti de kapsamaktadır. Boykot, ambargo uygulanması ve ülkenin toprak bütünlüğüne karşı dayatılmış her türlü baskı yasaklanmıştır. Fakat ABD’nin daha öncesinden Irak’a uyguladığı ekonomik ambargoda bir uluslararası hukuk kuralı olan kuvvet kullanma yasağına aykırı davrandığı açıkça görülebilmektedir.

ABD, uluslararası barışa tehdit oluşturan bir ülkenin işgali için Birleşmiş Milletler kararına gerek olmadığını iddia etmiştir. Yani aslında ABD, Birleşmiş Milletler kararı olmadan da bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu savunmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus; Irak’ın elindeki kitle imha silahlarının bulunduğuna yönelik iddiaların yalnızca soyut bir iddia olmasıdır. Bununla ilgili ABD’nin elinde herhangi bir delil bulunmamaktadır. Kaldı ki, bir ülkenin kitle imha silahlarını kullanmaksızın yalnızca elinde bulundurmasının bile uluslararası hukuka aykırı olduğu ve dolayısıyla uluslararası barışı tehdit ettiğini söylemek mümkün değildir.

Nükleer silahların kullanımı ya da kullanılması “tehdidi”nin, Birleşmiş Milletler Şartı Madde 2/4’e aykırılık oluşturup oluşturmadığı yönünde bir karar vardır. Bu karara göre, yalnızca nükleer silah bulundurmak başlı başına bir tehdit oluşturmamaktadır. Belirli koşullarda bu silahlara başvurma imkanı ile birlikte değerlendirildiğinde, devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına ve son olarak da Birleşmiş Milletler’in amaçlarına karşı yöneltip yöneltilmediğine göre durum değişebilmektedir. Burada silah kullanımın bir savunma aracı olarak tasarlanması, gereklilik ve orantılılık ilkelerine uygun olarak bunun son çare ve mutlaka gerekli olması durumu birlikte değerlendirildiğinde, Birleşmiş Milletler Şartı Madde 2/4’e aykırılık teşkil etmemektedir. Değerlendirme kriteri olan temel husus; söz konusu savunma aracının tasarlanması ve gerekliliği arasındaki orantılılık ile ortaya çıkmaktadır. Eğer devletin tehdide maruz kalması halinde bunun meşru müdafaa olarak nükleer silah kullanılması söz konusu ise; o zaman bu Birleşmiş Milletler Şartı Madde 2/4’e aykırılık teşkil edebilmektedir. O halde bu durumda yalnızca nükleer silah “bulundurmak” başlı başına bir tehdit oluşturmamaktadır. Bütün bunlar bir arada değerlendirildiğinde ABD’nin Irak’a karşı kuvvet kullanmasının uluslararası hukuka ve insan haklarına aykırı olduğu sonucuna varılabilmektedir. Sonuç olarak 20 Mart 2003’te ABD Irak’ı işgal etmiş ve Irak Savaşı’nı başlatmıştır. Bu savaş sekiz sene boyunca devam etmiştir.

  1. Irak Savaşı’nın Sonuçları

Sekiz sene süren savaş boyunca birçok insan hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Sivillerin ölüm sayısı resmi raporlara göre 7.500’tür. Savaşın dönüm noktalarından biri de Saddam Hüseyin’in 30 Aralık 2006 tarihinde idam edilmesidir. Bu süre içerisinde ise askerler dahil olmak üzere 1 milyondan fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Pek çok insan ağır işkencelerden geçirilmiş ve kötü muameleye maruz bırakılmıştır. Özellikle de Bağdat yakınlarında bulunan Ebu Gureyb Cezaevi’nde sistematik işkencelerin yaşandığı bilinmektedir. İşgal sonrasında Irak’ta çıkan iş savaş ve göçlerin de etkisiyle ölen sivillerin sayısı günden güne artmıştır. Yani Irak Savaşı sadece savaş süresince değil, savaş bittikten sonra da yaşanan göç ve iç savaşlarla yıkıcı sonuçlar doğurmaya devam etmiştir. Bu süreç içerisinde diktatörlük rejimini benimseyen Saddam Hüseyin’in hükümeti de devrilmiştir.

  1. 2004 Tarihli Irak Geçiş Dönemi Anayasası ve Demokrasinin Unsurları

Diktatör Saddam Hüseyin’in liderliğinin son bulması üzerine, diktatörlük rejiminden kurtulan Irak halkı artık demokratik bir anayasa yapma ihtiyacı duymuştur. Bu yeni anayasanın yapımı ile birlikte aynı zamanda yıllar boyu süren savaşlar, göçler, iç savaşlar ve katliamlardan kaynaklanan insan hakkı ihlallerinin de giderilmesi amaçlanmıştır. Geçmiş yılların diktatörlük rejiminden ve savaşların etkisinden kurtulmak isteyen Irak halkı yeni bir yönetim biçimi denemek istemiştir. Bu anayasa ile birlikte Irak halkı her türlü şiddet, baskı, gasp gibi araçların kullanımını reddetmiştir. 2004 tarihli geçiş dönemi anayasası ile Irak’ın uluslararası toplumda saygınlığının artması, demokrasinin geri gelmesi, ırkçılık gibi uygulamalardan kalan izlerin silinmesi, meşru bir anayasanın yaratılması, tam bağımsız ve özgür bir Irak yaratılması gibi hedefler konulmuştur.

Anayasa’nın resmi adı, “Irak Devleti Geçiş Dönemi Yönetim Kanunu”dur. Geçiş dönemi anayasasında düzenlenen temel konuları incelemek gerekir.

Anayasa’nın giriş bölümünde şu satırlara yer verilmiştir:

“Geçmiş istibdat yönetiminin gasp ettiği özgürlüğünü geri almaya çalışan Irak halkı, şiddet ve baskının her türlüsünü ve özellikle bir yönetim tarzı olarak kullanılmasını reddederek, hukuk kurallarınca yönetilen özgür bir halk olarak kalmaya karar vermiştir.

Irak halkı, milletler arasındaki meşru konumunu yeniden kazanmaya çalışarak, aynı zamanda kardeşlik ve yardımlaşma ruhuyla vatanının birliğini korumaya gayret ederek, yeni Irak’ın geleceğini tasarlamak amacıyla, grupçuluk, ırkçılık, siyaset ve uygulamalarının izlerini gidermeyi ve geçiş dönemi sorunlarının üstesinden gelmeyi hedefleyen bir işleyiş biçimi yerleştirmeyi amaçlayarak, özellikle Birleşmiş Milletler’in kurucularından biri olarak, bugün uluslararası hukuka olan saygısını ifade eder.

Bu kanun, geçiş döneminden, tam demokrasiyi hedefleyen daimi meşru bir anayasanın egemenliği altında çalışan seçilmiş bir hükümetin kurulmasına kadar olan sürede Irak’ın işlerini yürütebilmek amacıyla kabul edilmiştir.”

Giriş bölümü bize Anayasa’nın benimsediği demokrasi anlayışı hakkında birçok bilgi vermektedir. Özellikle de önceki tutumlarından dolayı uluslararası toplumda saygınlığını yitiren Irak’ın yeniden uluslararası toplumda saygın olmayı amaçladığını açıkça görebilmekteyiz. Aynı zamanda Saddam Hüseyin’in rejiminin gerçekten de hak ve özgürlükleri gasp eden bir rejim olduğunu Irak halkı yeni anayasalarında dile getirmiştir. Hukuk kurallarına bağlılık istendiği görülür. Irkçılık ve grupçuluk gibi faşist uygulamalardan vazgeçilmek istenmiştir. Meşru hedefler ile birlikte hukuka saygılı ve tam demokratik bir anayasa yaratma amacının bulunduğu söylenebilmektedir.

Burada yazımıza kısa bir virgül ekleyip, Irak Anayasası’nın demokratik olup olmadığının incelenebilmesi için öncelikle demokrasinin unsurlarına değinmemizin önemli olduğu kanaatindeyiz.

Demokrasinin her ne kadar yüzlerce farklı tanımı olabilse de, genel hatlarıyla beş unsurunun olduğu ve bu unsurların demokrasinin yapı taşlarını oluşturduğunu söyleyebilmekteyiz.

  1. Siyasal Katılma

Bir ülkede eğer demokrasi varsa, o ülkedeki toplumun bu demokratik devletin hem oluşumuna hem de işleyişine katılması gerekir. Bunun için akla ilk önce seçim gelecektir, fakat “siyasal katılma” unsuru sadece seçim olgusuna indirgenemez. Bir ülkede yalnızca seçimlerin olması ve bunların düzenli aralıklarla yapılıyor olması veyahut sandıkların olması o ülkede demokrasinin olduğu anlamına gelmez. Plebisit seçimlerde de ortada bir seçim vardır fakat bu aslında “göstermelik bir demokrasi”yi işaret eder. O halde “siyasal katılma” artık sadece seçimle sınırlı değildir. Seçimlerin gizli olması, serbest olması, herkese eşit oy hakkının tanınması, genel seçim ilkesine tabi kılınması, referandum, halkın vetosu ve halkın kanun teklifi gibi unsurların da bir arada bulunması gerekir. Halkın hem devlet kurumlarının oluşmasında (mesela Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gibi) hem de bu kurumların işleyişinde (mesela referandum veya kanun teklifi verilmesi gibi) aktif bir rolünün bulunması gerekir.

  1. Temel Hak ve Özgürlükler Listesi

Temel hak ve özgürlüklerden kastedilen, yalnızca sınırlı ve sabit sayıda haklar değildir. Eskiden olmamasına rağmen şu an ortaya çıkan ve bir insan hakkı olarak kabul edilen haklar vardır. Dolayısıyla burada aranan geniş bir hak ve özgürlük listesi, bir “living instrument” olarak ele alınmalıdır. Temiz su hakkı, barış içinde yaşama hakkı, çevre hakkı ve benzeri modern hak ve özgürlükler bunlara örnek verilebilir. Bu temel hak ve özgürlüklerin listelenmesi yeterli değildir, bunların aynı zamanda bir “güvence” altına alınması gerekir. Güvence altına alınmamış ve etkin ve efektif bir denetime tabi tutulmayan hak ve özgürlüklerin yalnızca yasalarda belirtilmiş olması, demokrasinin oluşumu için yeterli değildir. Bu hakların gerçekten korunup korunmadığının belirlenebilmesi için güvence altına alınması ve denetime tabi tutulması gereklidir.

  1. İdeolojik Çoğulculuk

Toplumdaki farklı düşünce açıklamalarının herhangi bir baskıya maruz kalmadan, müdahaleden uzak ve bu düşünce açıklaması sonucunda bunu açıklayan kişi bakımından dezavantajlı bir durumun yaratılmayacağının garantisi; ideolojik çoğulcuğun o toplumda var olduğunun bir göstergesidir. Kişilerin farklı düşüncelerini ve bakış açılarını açıklayabilmesi bir “paylaşım” ile mümkün olur. Bir düşüncenin açıklanması sonucunda eğer yankı yaratılmak isteniyorsa, genellikle basın yolu tercih edilir. Ki genellikle de “yankı yaratmak” istenir, çünkü ifade özgürlüğü zaten toplumu şoke eden açıklamaları da içerir, varlık amacı budur. Dolayısıyla basın özgürlüğü, kişi özgürlüklerinin ve güvenliğinin bir garantisi sayılır. İşte bu basın aracı ile düşünce açıklamanın serbest olması gerekir. Fikir açıklanırken herhangi bir dış baskıya maruz kalınmamalı, tam özgürlük sağlanmalı ve sansürden uzak kalınmalıdır. Bu düşünce açıklamaları farklı farklı ideolojilerin doğmasına sebep olacak ve bu durumda da ortaya değişik açılardan çoğulcu bir anlayış çıkacaktır. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, parti kurma özgürlüğü, sendika ve dernek kurma özgürlüğü gibi özgürlükler, ideolojik çoğulculuğun o toplumda varlığına emareler oluşturur.

  1. Kurumsal Çoğulculuk

Kurumsal çoğulculuk ilkesi ilk olarak 1748’de Montesquieu’nun düşünceleri ile hayatımıza girmiştir. Günümüzde “kurumsal çoğulculuk” ilkesi her ne kadar salt “kuvvetler ayrılığı”na indirgenmeye çalışılsa da, tıpkı “siyasal katılma”nın seçimden ibaret olmaması gibi; kurumsal çoğulculuk da yalnızca kuvvetler ayrılığından ibaret değildir. Kurumsal çoğulculukta, devlet iradesinin tek kişiden çıkmasını engelleyen ve devlet iradesinin aslında bütün bunların bir bileşkesi olmasını sağlayan kurumlar söz konusudur. Aynı zamanda bunlara ek olarak adem-i merkeziyetçilik sistemi de kurumsal çoğulculuk içerisinde yer alırsa, devletin bir baskı aracı olması ihtimali iyice azaltılmış olur. BDDK, dernekler, siyasi partiler gibi olgular, kurumsal çoğulculuğu sağlamak için önemli kurumları oluşturur.

  • Hukukun Üstünlüğü

Hukukun üstünlüğü söz konusu olduğunda, hukuk devletinden daha üst bir norm söz konusudur. Hukukun üstünlüğü, o ülkedeki gerek ekonomik sistemin gerek hukuk kurallarının daha iyi işlemesi ve hukuka karşı duyulan güvenin oturması için son derece önemli bir ilkedir. Hukukun üstünlüğünün sağlanabilmesi için öncelikle o ülkedeki hukuk kurallarının ya halk tarafından ya da halkın kendi seçtiği temsilciler tarafından yaratılması gereklidir. Bu kuralları yalnızca yaratmak değil; bu kuralların eleştirisini yapma, değiştirme ve yenileme gibi hakların da halka verilmesi gerekir. Söz konusu bu kurallar temel hak ve özgürlüklere aykırı olmamalı, evrensel hukuk ilkelerine ve hukukun genel ilkelerine paralel nitelik taşımalıdır. Hukuk kuralları ile bağlı olan tek kısım “halk” değil, elbette yöneticiler de olmalıdır. Yöneticilerin hukuk kuralları ile bağlı olup olmadığının denetimi ve bunların yaptırımları ise yargı organı tarafından bağımsız ve tarafsız bir şekilde yerine getirilmelidir.

Tüm bu açıklamalardan sonra Irak Geçiş Dönemi Anayasası’nın incelenmeye devam edilmesi daha sağlıklı ve anlaşılabilir olacaktır. Anayasa’nın devamı incelendiğinde, kadın ve erkeklere bütün maddelerin eşit olarak uygulanacağı görülmektedir. Bu Irak gibi uzun süre anti-demokratik uygulamalarla yönetilmiş bir ülke için çok önemli bir adımdır. Aynı şekilde parlamentodaki koltukların ¼’ünün kadınlara ayrılacak olması da çok önemli demokratik bir adım olarak görülebilir.

Kadın ve erkeklere bütün maddelerin eşit olarak uygulanacağı ilkesi, demokrasinin beş unsurundan hukukun üstünlüğü ilkesine dahil edilebilir. Aynı şekilde parlamentodaki koltukların ¼’ünün kadınlara ayrılacak olması da; öncelikle ülkede bir parlamento olduğu için kurumsal çoğulculuğun olduğunu göstermekte, belirli sayıda koltuğun kadınlara özgülenmiş olmasının da hem ideolojik çoğulculuk hem de hukukun üstünlüğü ilkeleri yönünden önemli bir adım olarak düşünülebilmektedir.

Artık ülke yönetiminde sadece İslam kurallarının esas alınmaması kararlaştırılmıştır. Laik ve demokratik bir ülkenin gereği de budur. 2004 Anayasası’na göre artık İslam yalnızca yararlanılacak ek bir hukuk kaynağı olacaktır. Bu husus da her şeyden önce demokrasinin hukukun üstünlüğü unsurunun bir yansıması olarak görülebilmektedir.

Devamında ülkede daha öncesinde oldukça tartışma yaratan Kürt ve Şii halkının özerklikleri de düzenlenmiştir. Kürtler ve Şiiler özerkliklerini devam ettirecektir. Bunu zaten Anayasa’nın giriş kısmında ırkçılık ve grupçuluktan kaçınmanın taahhüt edilmesinden anlayabilmekteyiz. Farklı etnik grupların ülke içerisinde bulunması ve özerkliklerini devam ettirmesi demokrasinin ideolojik çoğulculuk ilkesinin var olduğu şekilde yorumlanabilir.

Sonuç olarak 2004 tarihli Irak Geçiş Dönemi Anayasası’nda, eski diktatörlük rejiminin gasp ettiği özgürlüklerin Irak halkına iade edilmesi amaçlanmıştır. Bu da geçiş dönemi adaletini sağlamaya çalışan ülkelerde izlenmesi gereken yoldur. Ancak bütün bu maddeler ilk hazırlandığında geçici maddeler olarak düzenlenmiştir. Yani 2004 tarihli Irak Geçiş Anayasası hazırlanırken bunun geçici bir anayasa olduğu belirtilmiştir. 2005 yılında yapılacak olan referandumla bu anayasanın kalıcı hale getirilmesi amaçlanmıştır. 15 Ekim 2005 yılında geçiş dönemi anayasası kalıcı hale getirilmiş ve 2005 tarihli Irak Anayasası yürürlüğe girmiştir.

  • 2005 Tarihli Irak Anayasası

2005 tarihli Irak Anayasası referandum ile yürürlüğe girmiştir. Referandum sonucunda Irak halkının %78’i anayasayı kabul etmiş, geri kalanlar ise reddetmiştir. Eski lider Saddam Hüseyin’in eyaletleri olarak bilinen eyaletlerde ise anayasayı reddedenler çoğunluktadır. Bu eyaletlerde hala diktatörlük rejiminin kalıntıları ve destekçileri görülür.

Her şeyden önce bu anayasanın referandum ile yürürlüğe girmesi demokrasinin unsurlarından siyasal katılma ilkesinin var olduğu yönünden bize bilgi vermektedir.

2005 Anayasası, uygarlığa geçiş ve demokrasi yönünden önemli bir adım olarak görülür. Kadın ve erkek eşitliği tekrar tekrar vurgulanmıştır. Uzun zamandır savaşların sebebi olarak görülen petrolün gelirlerinin eşit olarak dağıtılması öngörülmüştür. Irak’ın resmi dilleri olarak Arapça ve Kürtçe kabul edilmiştir. Özellikle de Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi daha önceki savaşlarda Irak’ta işkenceye maruz kalan Kürt halkı için önemli bir adım olarak görülebilir.

Eşitlikçi dağıtım, hukukun üstünlüğü ilkesinin varlığını; resmi dillerin çokluğu ise ideolojik çoğulculuk ilkesinin varlığını göstermektedir.

İncelenmesi gereken en önemli hususlardan biri de 2005 Anayasası ile Irak’ta federal sistemin kabul edilmiş olmasıdır. Bu hükmün gereği olarak ülkedeki Kürtlere ve Şiilere birçok açıdan özerklik tanınmıştır. Bununla birlikte 2004 tarihli Geçiş Dönemi Anayasası’nda kabul edilen ırkçılık yapmama kuralının doğru uygulandığını söyleyebilmekteyiz. Farklı etnik gruplara sahip Irak’ta federal sistemin benimsenmesi ve etnik gruplara hak ve özgürlüklerin tanınmasından dolayı Ortadoğu ve İslam dünyasındaki en liberal anayasalardan biri oluşturulmuştur.

Farklı etnik gruplara hak ve özgürlüklerin tanınması, hukukun üstünlüğü ve ideolojik çoğulculuk ilkelerinin bir yansıması olarak görülebilmektedir.

Geçiş dönemi adaleti mekanizmalarından olan geri dönme, iade ve tazminat gibi kurumların 2005 tarihli anayasa ile birlikte geldiğini görmekteyiz. Saddam Hüseyin döneminde Kerkük’ten sürülen insanların geri dönmesi kararlaştırılmıştır. Savaş ve diktatörlük rejimi süresince maddi ve manevi olarak zarar gören kişilere tazminat ödenmesi kararlaştırılmıştır. Türkmenlerin ve Kürtlerin eski yerlerinin iade edilmesi kararlaştırılmıştır. Bütün bunlar bir arada incelendiğinde, Irak’ın 2005 Anayasası’nda geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının sağlam bir şekilde bulunduğu sonucuna ulaşabiliriz.

  • Irak’taki Geniş Dönemi Adaletinin ve Irak Savaşı’nın Sonuçları

Her ne kadar Irak’ta bir geçiş dönemi adaleti uygulanmak istense ve bununla ilgili anayasal adımlar atılmış olsa da, uygulamada çok fazla başarı sağlanamamıştır. Her ne kadar demokratik bir ülke yaratılmaya çalışılmışsa da Irak hala tam anlamıyla demokratik bir ülke haline gelememiştir. Aynı zamanda ülkenin yönetim biçimi olan federal sistemle ilgili belirsizlikler de mevcuttur. Diğer modern devletlerdeki geçiş dönemi uygulamalarına bakacak olursak Irak’taki geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının oldukça yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda Irak günümüzde hala tam demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülke konumuna gelememiştir. Hala İslam kurallarının ağırlıklı olarak hukuku belirlediği bir ülkedir ve tam anlamıyla laikleşememiştir.

Son olarak değinilmesi gereken konu, 2003 tarihli Irak Savaşı’nın günümüze olan etkileridir. Günümüzdeki artık Irak Savaşı boyunca milyonlarca insanın öldüğü ve insan hakkı ihlaline uğradığı kesinleşmiştir. Bununla ilgili insan hakları çalışmaları yapan kurumlar hala araştırmalarına devam etmektedir ve günden güne o dönemlerde yaşanmış insan hakkı ihlallerinin büyüklüğü ortaya daha net bir şekilde konulmaktadır. Son olarak, ABD’de 2004 yılında yapılan bir araştırmaya göre ABD’li vatandaşların çoğunluğu savaşın bir hata olduğu yönünde beyanlarda bulunmuşlardır.